Şam el-Şeyh Anlaşması ve Gazze’de ateşkes: Vicdanın yeniden inşası
Tarihin tozlu sayfaları, yalnızca zaferleri ve yenilgileri değil; toplumların birbirlerine karşı takındıkları tavırların aynasıdır. Yahudilerin Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden yüzyıllar boyunca defalarca sürülmesi, bu aynada en çarpıcı yansımayı oluşturur. 1290’da İngiltere, 1348’de Almanya, 1492’de İspanya, 1497’de Portekiz… Yüzyıllar boyunca Avrupa’nın dört bir yanından kovulan Yahudiler için sığınak kapılarını açan tek büyük güç, Osmanlı Devleti olmuştur.
II. Bayezid’in, İspanya Engizisyonu’ndan kaçan Yahudileri İstanbul’a, İzmir’e, Selanik’e kabul edişi yalnızca bir siyasi hamle değil, tarihe geçen bir insanlık manifestosudur. Avrupa’nın dışladığı bir halk, Osmanlı topraklarında bilim, ticaret, kültür ve sanatla yeniden kök salmıştır. Bu kucaklayış, sadece hoşgörünün değil; devlet aklının, toplumsal barışın ve medeniyet iddiasının göstergesidir.
Bugün ise tarih, yeni bir dönüm noktasına tanıklık etmektedir. Şam el-Şeyh’te varılan anlaşma ile Gazze’de bir ateşkese ulaşılmış olması, yalnızca çatışmaların geçici olarak durması değil, aynı zamanda insanlığın ortak vicdanının yeniden harekete geçme potansiyelini göstermektedir. Bu anlaşma, diplomatik kanalların uzun süre tıkanmasının ardından, hem bölgesel aktörlerin hem de uluslararası toplumun masada kalma iradesini yansıtması bakımından tarihsel bir anlam taşımaktadır.
Ancak bu ateşkes, yaşananların üzerini örten bir perde değil; tarihi yüzleşmenin ve adalet arayışının önünü açacak bir başlangıç noktası olmalıdır. Çünkü tarihsel hafızanın bu sahnesinde roller dramatik biçimde tersine dönmüştür. Dün Avrupa şehirlerinden sürgün edilen bir halkın torunları, bugün Filistin topraklarında Gazze halkına karşı sistematik bir yok etme politikasının failleri konumundadır. İsrail’in, uluslararası hukuku hiçe sayan askeri operasyonları, sivillerin hedef alınması, altyapının ve yaşama alanlarının bilinçli şekilde yok edilmesi; tarihin acılarını unutmuş bir devletin kendi geçmişine sırt çevirmesidir.
Daha da çarpıcı olan, tarihte Yahudileri kovmuş olan Avrupa devletlerinin bugün İsrail’e koşulsuz destek vermesidir. Dün dini ve etnik gerekçelerle Yahudileri kapılarından kovan ülkeler, bugün aynı devletin Filistinlilere uyguladığı kuşatmayı “meşru müdafaa” olarak sunabilmektedir. Bu durum, Batı’nın tarihsel günahlarının kefaretini mazlum bir halkın üzerine yüklediğinin en açık kanıtıdır.
Bu süreçte Türkiye’nin rolü, hem tarihî hem çağdaş bağlamda özel bir önem taşımaktadır. Osmanlı’nın asırlar önce zulümden kaçanlara açtığı kapı, bugün Türkiye’nin diplomatik ve insani sahada attığı adımlarda yeniden vücut bulmaktadır:
Türkiye, Şam el-Şeyh Anlaşması sürecine giden yolda ateşkesin sağlanması için hem sahada hem masada aktif bir diplomatik çaba yürütmüştür.
BM, İİT ve diğer uluslararası platformlarda adil ve kalıcı bir barış için tek taraflı söylemlere karşı ilkeli bir tutum sergilemiştir.
Gazze’ye insani yardım koridorlarının açılmasında, müzakerelerin ivme kazanmasında arabulucu ve dengeleyici bir rol üstlenmiştir.
Küresel kamuoyunun suskunluğuna karşı, vicdanın ve adaletin sesi olmuştur.
Şam el-Şeyh Anlaşması, Gazze’deki çatışmaların durması açısından önemli bir eşik olmakla birlikte, kalıcı barışa giden yolun sadece ilk adımıdır. Bu anlaşma, adaletin tesis edilmediği, tarihsel hafızanın doğru okunmadığı bir zeminde kalıcı barışı garanti etmez. Ancak vicdanı yeniden harekete geçirmek için güçlü bir sembolik anlam taşır.
Tarih unutmaz. Dün limanlarında sığınma hakkı tanıdığımız insanlar, bugün kendi vicdanlarının limanını kapatmışsa, bu yalnızca bir politik hata değil, tarihsel bir sapmadır.
Gazze’de silahların susması, Şam el-Şeyh Anlaşması’nın kalıcı bir barışa evrilmesi; yalnızca bölgenin değil, tüm insanlığın sınavıdır. Türkiye bu sınavda, tarihsel mirasına yakışır şekilde, adaletin, merhametin ve vicdanın safında durmaya devam etmektedir.